Tuesday, May 31, 2005

beklenti

Çok sevdiğim biriyle geçenlerde gelecek beklentilerimiz hakkında konuşmaktaydık. Bana "gelecekten en büyük beklentin nedir?" diye sordu ve ben de hiç düşünmeden (çünkü bu konu üstüne büyük bir soğukkanlılıkla düşünmüştüm önceleri) "3 kitap ve tanınmış dergilerde 20 makale yazmış olmak en büyük beklentim" dedim. Çok şaşırdı ama bana verdiği tepki beni daha da şaşırttı. "Hepsi bu mu? O zaman emin ol, çok kolay bir hayatın olacak" dedi. Beni o an kalbi çok katılaşmış bulduğu şüphesizdir. Aslında bazen ben de kendimi zaman zaman öyle bulmuyor değilim. Neden insanlarla ilgili daha sosyal düşlerim olmadığını sordu... Ben de insanların güvenilmeyecek kadar kaypak olduklarını, onlara yatırım yapmanın saçma olduğunu söyledim. Ayrıca, kitapları insanlardan çok daha güvenilir bulduğumu filan gibi şeyleri de ekledim. Yaşama karşı kitapları bu yüzden seçtiğimi soğuk soğuk ifade ettim. Şimdi bunları gerçekten ben mi söyledim acaba diye düşünüyorum; bazen söylediği sözlere yabancılaşıyor insan. Zira, aslında ben böyle biri değilim ama demek ki bazen kendimi bile şaşırtabiliyorum.

Monday, May 30, 2005

ne kadar çikolata bir mideye sığar?

Dün o kadar çok çikolata yedim ki normal bir insan yese kusacağı kesindir. Uzun zamandır bu kadar abanmamıştım çikolataya, ne yalan söyleyeyim, iyi de geldi. Tek sorun şu ki midem biraz ağrımaya başladı yeni yeni. Benim midem işte böyle rötar yapar bazen. Gerçek tepkisini öğrenmek için ona bir-iki gün tanımam gerekiyor. Aksi gibi, bugün de o kadar çok işim var ki yapılacak, huysuz midem gereksiz öğürmeler yapmasa... Yaparsa da canı sağ olsun, yine o kadar çikolata olsa yine yerdim hapur hupur.

Saturday, May 28, 2005

From Hero to Zero

Bu gece yine Zaga var ve ben uzun bir süredir yaptığım gibi bunu görmezden geleceğim. Okan’ı artık sevemiyorum, halbuki ne çok gülerdim eskiden. Televizyon çocuğu olduğu zamanları özlüyorum ve şu piyasanın onu feci şekilde ehlileştirdiğini görüyorum. Eskiden ironisini sadece şaşkın seyircilere karşı kullanmazdı. Her telefon açanın ses tonuyla dalga geçmesinden gına geldi, “ahizeyi ağzınızdan çıkarın” esprisinden de... Şimdilerde sadece bu kadarını yapabiliyor. Skeçlerinde zap yapmayan kişi tanımıyorum. Sempatisini ve antipatisini neye göre dağıttığını anlamıyorum. Kimi konukları “benim programımı ele geçirecekler” tehdidi olarak görüp tüm program boyunca konuşturmaması ya da iğnelemesi sinirime dokunuyor. Kamera arkaları artık tatsız tutsuz, hele şansallı/ermanlı maraton programını kamera arkasına almadığı zamanlar iyice çekilmez... Ağzı iyi laf yapıyor, bazen iyi toparlamalar yapabiliyor evet, ama ne yani? Hepsi bu mu? Bu program sadece onun terapi odası mı? Biz onun psikologları mıyız? Ne iş yapsa tutar mı? Artık sıktı.

Thursday, May 26, 2005

You will never walk alone!!

Bu söz, Liverpool taraftarının takımını gaza getirmek için hep bir ağızdan hiç durmadan haykırdığı geleneksel tezahürat... Skor 3-0 ve rakip, savunma denilince tam bir ekol olmuş İtalyan futbolunun dev takımı A.C. Milan iken... İlk yarı ile her şey bitmiş görünürken... Fatih "hoca"nın bile "olay bitmiştir, kupa sahibini şimdiden bulmuştur" minvalinde cevaplarla spikerin sorularını yanıtlarken... İngilizlerden hiç hazzatmem ama benim bile tüylerim diken diken oldu. Asla yalnız yürümeyeceğini bilmek ne büyük bir huzurdur ki, bu huzura sahip herkes herşeyi yapabilir. Liverpool bunu dün cümle aleme gösterdi. Bu takım, "işçi sınıfı takımı" ünvanını da hak etmiştir. (Bu ünvana sahip bir de Schalke 04 bilirim, bir de tabii bizim "halk takımı"mız Beşiktaş.) Liverpool takımının futbolcuları attıkları golden sonra formalarını çıkartıp "liman işçilerinin grevini destekliyoruz" yazılı tişörtlerini tüm dünyaya gösteren hayırlı evlatlardır. Öyle ki, FIFA bu eylemden sonra forma çıkartmayı sarı kartla cezalandırılacak bir suç olarak saymak zorunda kalmıştır. Barcelona, yabancı takım denilince tuttuğum tek takımdı; buna bir de Liverpool'u ekledim dün. İnançları ve dirençleri saygıya değerdi.

A.C. Milan'ı hep sevmişimdir, güçlü bir anti-faşist tarihleri vardır, kırmızı ve siyah renkler sosyalizmin ve anarşizmin renkleridir ve laf olsun diye seçilmemiştir. Berlusconi'nin gibi bir faşistin bu takıma başkan oluşu, beni üzmüştür ama taraftarın tepkisi üzüntümü hafifletmiştir. Yine de, bu sempatime rağmen, dün kaybetmelerine kahrolmadım; ama başka bir takıma, mesela "kralın takımı" R. Madrid'e, kaybetselerdi kahrolurdum...

P.S.: Tanıl Bora'nın futbol takımlarını politik tarihleriyle birlikte değerlendiren yazılarını hep hayranlıkla okumuşumdur.

Ford, sadece bir araba markası değildir...

Dün, Hisarüstü otobüsüne bindim ve ön koltuklardan birinde yer buldum. Çantamdan kütüphaneye iade edilmek üzere okula doğru yol alan kitaplardan birini çıkardım ve iade öncesi ne kaparsam mantığı ile derin bir okuma alemine dalmışım. Aniden, çok gerilerden, "arkayı beşleyelim" sözünün geçerli olduğu yer dolaylarından bana doğru çınlayan bir kadın sesi ile irkildim ki o kadar olur: "Ama siz de çok oluyorsunuz, sürtünmeyi bıraksanıza beyefendi!!" Bu sahneye bilumum İstanbul toplu taşıma araçlarında kaç defa şahit olduğumu ben bile unuttum. İnsanın kendi cinsiyetine lanet okuduğu ender anlardan biridir bu, ki aslında ben normalde kendi cinsiyetimle barışık biriyimdir. Neyse ki, kadın "yırtık"tı da tacizci sapığın sudan bahanelerine ("farkında değilim", "otobüs sallanıyor ne yapim" vs) pabuç bırakmadı. Zaten tacizcimiz meşum fırçayı takip eden durakta kendini bir an önce otobüsün dışına atmak için her türlü engelli atlama stilini denedi. Bu tip durumlarda tacizcilerden şu nakaratı da sık sık işitmişimdir: "Hamfendi, beğenmiyorsan taksiye bin!?!??" Sanki otobüse binince tacizi hak ediyorsun demek gibi bir şey bu. Pes yani... Komik bir argüman bu, ama hiç bir kadının buna hak ettiği cevabı verebildiğine şahit olamadım. Umarım, bir gün olurum. Benden Türk kadınlarına tavsiye, akıllarında bu "taksiye bin" argümanını çürütecek bir vecize bulundurmalarıdır.

Tuesday, May 24, 2005

Tez bitti bitiyor...

Felsefe master tezimi bitirdim, tez hocama yolladım, yarın buluşup son rötuşları da yaptık mı ballı lokma tatlısı cillop gibi bir hadise olacak. Daha iyisini yapabilir miydim bilmiyorum, ama içime sindi tezim. Fakat, elbette, profilimde keyifli keyifli sırıtan fransız'ın eline su dökemem:) Haziran'da da kelli felli okumuş etmiş kişilere karşı tezimde neyi neden söylediğimin açıklamasını yapacağım. Valla söyleyin çok üstüme gelmesinler, zaten gerginim şu aralar. Herhalde çok da sıkıştırmazlar. Zira kendileri pek anlayışlıdırlar, umarım "fake" sorular sormazlar, beni sıkmazlar, "aferin" yavrucum der salıverirler. Bu tezle birlikte hayatımda bir dönem daha nihayete erecek. 15 Ağustos'u beklemekle geçecek günler... Sonra Amerika yolculuğu, ve yaşamımda ilk defa yaban ellerde yaşama deneyimi. Sadece kitaplarını okuduğum insanlardan birebir ders alma ve hatta onlarla "colleague" olma ihtimali, beni hep gaza getirmiştir. Bunun için, dediklerine göre, akademik hiyerarşide doktora zorunlu bir durak. Aynı zamanda, kendi bireysel tarihimin "atlanamaz" bir evresi. İstanbul'u özleyeceğim kesindir. Türkçe'yi özlerim bir de, bambiyi, taksimde turlamayı, hatta arabeski bile... Dostlarımı özlerim. Eski sevgililerimle orada burada rastlaşmayı. Orada hiç olmadığım kadar milliyetçi olacağım da şüphe götürmez. Zor olacak zor!

Tez savunmama tüm blogger camiası davetlidir. Alkışlarınızı eksik etmeyin.

Saturday, May 21, 2005

Alınganlık Üzerine

Sözlüğe baktım, alıngalık için şunları söylüyor: "Aşırı duygululuk, çabuk gücenme, kırılganlık"... Pek yol gösterici değil ama şu kadarına yetti: Alıngan kişi, aşırı duygusal olduğu için alıngandır. Ben de artık insanların aşırı duygusal olup olmadıklarını öğrenmeden yorum yapmamaya karar verdim.

Wednesday, May 18, 2005

Mişka'm

Oldum olası, hayvanlarla kolay iletişim kurma becerim çevremde belli bir şaşkınlık ve imrenme yaratacak düzeylerde seyretmiştir. Elbette, ormanların gerçek kralı Tarzan gibi daldan dala zıplama şampiyonu değilim. Ne kurtlar tarafından büyütüldüm ne de o acayip “igh ugh ugh” seslerini çıkarabiliyorum. Orta sınıf bir şehirli ailenin görgü kuralları benim de zihnime nakşedildi. Buna rağmen, doğanın sesi beni nedense hep cezbetmiştir. Bir gün doğanın beni çağıran sesine kulak kabarttım ve ani bir kararla bir kedi sahibi oldum. Bir yıldır benimle aynı evi paylaşan siyah beyaz ve asabi kedimin adı Mişka. Adı, sanki Rus klasiklerinden fırlamış izlenimi yaratıyor ki, bu kendi başına müthiş bir hadise. Bunun yanında, isminin gerçek hikayesi ise şudur aslında: Zamanında tapındığım iki yazarın, yani Michel Foucault’nun Mich’i ve Kafka’nın Ka’sını birleştirirsek karşımıza MichKa çıkar. E, bir zahmet bunu da Türkçeleştirin! Mişka’m bu iki entelektüelin tek bir vücutta reenkarnasyonu sonucu varlık bulmuş müstesna bir yaratıktır. Müthiş sezgili, acayip hisli, son derece huysuz, azdığı zaman gözü beni bile görmeyen, hiç sözden anlamayan asi kedimi çok seviyorum! Uyuduğu zaman sevildiğinde çıkardığı mırlamalarına, arada sırada da olsa yere kendini bırakıp “haydi ne duruyorsun sevsene beni” çağrılarına, uyandığı zaman uzun süre mahmurluğunu üstünden atamayıp kısık gözlerle etrafını kesmelerine ise tek kelimeyle bayılıyorum! Ey insanlık, seçilmiş kişi sizin aranızdan değil kediler arasından çıkacak!